Peki asıl suçlu kim?

Seçil Sezen
Son YazılarıSeçil Sezen (tümünü gör)

Kentleşme ve Birey Çevre konusu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de oldukça önemli bir konudur. Kent ve çevre değerlerine karşı işlenen suçlar tüm dünyanın gündeminde yer almaktadır. Hızlı kentleşmeye paralel olarak kent nüfusunun yükselmesi kent ve çevre sorunlarını da beraberinde getirmektedir. Hızlı kentleşme, sanayinin ve kapitalizmin gelişmesi, insanların bencilleşmesine neden olurken aynı zamanda tüketimi ve rantı da arttırmaktadır. Böylece insan içinde yaşadığı çevreye yabancılaşmakta ve duyarsızlaşmaktadır. Çarpık ve sağlıksız kentleşme, kentsel şiddet olaylarına dönüşmektedir. Arazi mafyası, açık ve kapalı soygunlar gibi kente karşı işlenen ve kentte işlenen suçlar ortaya çıkmaktadır.

Kente ve çevreye karşı işlenen suçların yasal olarak suç sayılabilmesi için ilk olarak suçu oluşturan eylemin net olarak tanımlanması ve yasalarda yer alması gerekir. Bunlara ilişkin yaptırımların ön görülmesi gerekmektedir. Son olarak da yargı yerlerinin ve yöntemlerinin belirlenmesi gerekmektedir. Kamu vicdanının bunlardan rahatsızlık duyması ve suçu işleyenlerin cezalandırılmasını istemeleri oldukça önemlidir (Keleş, 1994).

Kentleşmeyi bir toplumsal değişme süreci olarak değerlendirirsek insan davranışları üzerinde olumlu değerlendirilebilecek değişimleri de sağlamıştır. Özellikle eğitim ve kitlesel iletişim araçlarının kullanımının artmasıyla insanlar çevreye ve kente daha duyarlı hale gelerek sahip çıkmaktadır.

1982 anayasası devleti bireyin üstünde ve önünde görür. Yani devleti ve onun kurumlarını bireyden gelebilecek olası tehlikelere karşı korumayı öncelik sayar. Ama aslında olması gereken halkın ve toplumun sahip olduğu değerlerin korunmasıdır. Kent ve çevre hakkının korunması için belli mekanizmalara ihtiyaç vardır ve bu mekanizmalar Avrupa Konseyi sayesinde hukuk alanında Kent Hakları Şartı (1992) ile güvence altına alınmıştır. Buna göre, kentliler bazı temel haklara sahiptir: saldırıdan ve kirlenmeden korunmak, yaşanması zor ve rahatsız edici kentsel ortamlardan kurtulmak, yerel topluluk üzerinde demokratik denetim hakkı kullanmak, sağlıklı bir konutta ve çevrede yaşamak. İdeal bir kentin bu kent haklarını güvence altında tutabilmesi için şu şartların oluşması gerekmektedir (akt. Keleş, 1994):

a) Nitelikleri ve fiyatı elverişli bir konut,

b) Yeşillik, sessizlik, aydınlık ve güzellik özelliklerine sahip sağlıklı bir çevre,

c) Kent yaşamının gerekli kıldığı türlü kent işlevlerini yeterli bir düzeyde yerine getirmekte olan bir yaşam ortamı,

d) kültür, spor, dinlenme ve boş zamanlar açısından bireylere yeterli doyumu sağlayan kentsel ölçünler,

e) Yoksul ve muhtaç bireylerin korunması için gerekli toplumsal güvenlik önlemlerinin alınmış olduğu bir kent olması,

f) çalışma, eğitim, kültür konularında gereken ölçün ve güvencelerini sağlayabilen bir kent olması.

Özetle, kentte yaşayan her bireyin güvenli (suçtan ve saldırıdan uzak), temiz (kirlenmemiş, doğanın ve kaynakların gerektiği gibi korunduğu), çalışma fırsatları bol (bireylere ekonomik bağımsızlık sağlayan), barınma gereksinmelerini karşılayabilen, dolaşım özgürlüğünü sağlamış, sağlıklı, kültürel ve yaratıcı etkinliklerin geliştirilebilmesine açık, yaş ve gelir düzeyi ayrımı olmaksızın spordan ve boş zaman etkinliklerinden insanları yararlandırabilen, ırk, din, dil ve kültür ayrılıklarına bakılmaksızın farklı kültürleri bütünleştirebilmiş, kaliteli mimari ve özdeksel çevre koşullarına sahip, oturma, çalışma, dinlenme ve gezme gibi türlü işlevleri arasında uyum sağlanmış, insanların yönetime katılımını engellemeyen, fakat özendiren ve çoğaltan bir kentte yaşama hakkı vardır (Keleş, 1994).

Kent haklarını dolayısıyla çevreyi bugünün kuşakları ve gelecek kuşaklar için koruma görevi, başta kentte yaşayan bireyin, ardından belediyelerin görevidir (çevre-özekli koruma yaklaşımı, 1970’ler sonrası). Kentte yaşayan insanlar kent ve çevre değerlerini korumak için dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler, meslek örgütleri aracılığıyla topluca hareket ettiklerinde daha çok etki edebilirler.

Kentin Bir Diğer Parçası Kadınlar

Kent planlaması ve kentleşme sürecinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı dezavantajları kadınlar yaşamaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı olmayan kentleşme ve kent planlaması kadınları kent yaşamında da dezavantajlı konuma çekmektedir. Kadınlar kentte kendisine çizilen çember içinde yer edinmekte ve yaşamsal bir dönüşüm yaratmaya çalışmaktadır. Özellikle toplumun ona yüklediği sorumluluklara ve görevlere baktığımızda kent planlamasında kadınlar yine zora koşulmaktadır. Yani kent yaşamı içindeki kadınların ihtiyaçlarının karşılanması da kendisi gibi arka plana atılmaktadır. Kentlerin yapılaşması ataerkil bir düzen içindedir.

Kamusal alanlar erkeklerin ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir ve erkeklere aittir. Fakat kadınlar ev ve komşuluk çevresinin belirlediği küçük sınırlar içinde sıkıştırılmıştır. Kamusal alanda çalışan kadınlar için de kentteki akış benzer olarak şu şekildedir: çocukların okula gönderilmesi, çocukların okuldan ya da aile yakınından alınması, işten sonra alışveriş yapılması, toplu taşıma kullanılarak çocuklar ve alışveriş poşetleriyle eve dönülmesi. Evde yemek hazırlamak, çocuklarla ilgilenmek, alışveriş poşetlerini yerleştirmek, evi toplamak vb., ailede araba varsa çoğunlukla onu baba kullanır, babanın zamanı uygunsa anneyi belki işe götürebilir, belki işten alabilir. Evden işe gitmek isteyen kadını kentin planı da zorlayabilir. Örneğin, yol ve trafik durumu, kaldırıma park eden araçlar, kaldırımların fiziksel koşulları, üst ve alt geçitler, duraklar arasındaki mesafe, ıssız, dar, karanlık sokaklar, güvenlik endişesi de eklendiğinde kentlerin çok da kadın dostu olduğu söylenemez.

Kentin yaşam koşullarında kadınlar her türlü ihtimalde erkeklere göre daha fazla enerji ve zaman harcar. Kadınların yükünü hafifletebilecek önlemler nelerdir? Mahalle ya da iş yerlerine yakın kreş, çocuk parkı, etüt saatleri, spor ve sanat kursları vb. imkânların sağlanması
ile kadınlar evlerin dışına çıkabilir; bunlar sağlanmadığı takdirde kadınlar ev içi
sorumluluklarını yerine getirebilme önceliğiyle çalışmamayı tercih etmek zorunda
bırakılmaktadır. Kadının eve olan bağı bir tercihten ziyade erkek egemen planlama ve toplumsal inşadır. Fakat ataerkil düşünce biçimi bu durumu kadının ev içine bağımlılığı ya da bir hastalık olarak empoze etmektedir. Kadınların kamusal alanları kullanmaya dair kaygı ve korkuları bu düşünceyi güçlendirmektedir. Çünkü kadınlar kent mekânlarında güvenliklerine yönelik birçok tehdit ve sıkıntı ile karşılaşmaktadır. Kadınlar kamusal alanların kadın dostu bakış açısıyla planlanmaması sebebiyle çok kalabalık ya da çok tenha, iyi aydınlatılmamış, arabaların
kaldırımlara park etmesi nedeniyle yolların darlaştığı ve kaldırımların kullanılamadığı fiziksel
mekân özellikleriyle baş etmek zorunda bırakılarak evlerin içini tercih etmek zorunda
kalmaktadırlar.

Tüm bu koşullar göz önünde bulundurulduğunda kadınların kentsel yaşam pratiklerinde
erkeklerden dezavantajlı konumda oldukları açıkça görülmektedir. Bu sebeple, kent plancıları,
yerel yönetimler, politika üreticiler mekânsal düzenlemelerde cinsiyet eşitliği yaklaşımına göre
çalışmalarını planlamalıdır. Örneğin kent genelinde hem taşıt hem yürüyüşle ulaşıma uygunluk, güvenlik, ışıklandırma, toplu taşıma, umumi tuvaletlere ek olarak mahalle düzeyinde de altyapı eksikliklerinin giderilmesi başlangıçta kadını kentteki dış mekân yaşamında epeyce
kolaylaştıracaktır. Kadınlar olarak yaşadığımız mekâna ve kente dair sorunların çözülmesi için
örgütlü bir mücadele geliştirmemiz, çalışmamız gerekmektedir. Böylece birlikte tartışıp çözüm
önerileri sunabileceğimiz platformlarda buluşabiliriz. Kentsel yaşama dair cinsiyet eşitliğini de bu sayede getirebiliriz.

Kaynakça:
Alkan, A. (2015). Toplumsal Cinsiyet ve Kent Planlaması. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 54 (4).
Keleş, R. (1994). Kent ve Çevre Haklarının Korunması Üzerine Gözlemler. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 49 (3).
Oğuz,M., Atatimur, N. (2008). Kent ve Kadın. Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, 6.

Paylaş

İlgili Yazılar