- Samimiyetin İki Yüzü: Kuru Otlar Üstüne - Ekim 5, 2023
- Acımtırak Bir Aile Draması: Magarsus - Ağustos 29, 2023
- Farklı Gölgeler ve Aynı Yakıcı Güneş: Çilingir Sofrası - Mayıs 9, 2023
Geçen senenin en göz önünde filmlerinden biri olan, Audrey Diwan’ın senaryosunu yazıp yönettiği, Annie Ernaux’un aynı adlı kitabından uyarlanan L’événement (Türkiye’de Kürtaj ismiyle tanıtılmış) Venedik, Sundance, Roterdam gibi önemli festivallerde boy gösterirken Venedik’ten Altın Aslan ile döndü.
1960’ların Fransa’sında başarılı, idealleri ve hayalleri olan edebiyat öğrencisi Anne (Anamaria Vartolomei) bir gün hiç planlamadığı, istenmeyen bir gebelikle karşı karşıya kalır ve bizler film boyunca bu beklenmeyen durumu anlamlandırma ve bu durumdan kurtulma çabasına şahitlik ederiz.
Dönemin Fransa toplumunun, kadına, kadın bedenine ve kürtaja bakış açısını elinden geldiğince, abartıya kaçmayan, nesnel bir bakış açısı sunmaya gayret göstererek aktarmaya çalışan L’événement, özellikle kürtaj olgusunun toplumda yarattığı büyük korkuyu gözler önüne seriyor. Kürtaj bu toplumda öyle bir tabu haline gelmiş ki bırak fiili olarak gerçekleşmesini, hakkında konuşulması hatta adından söz edilmesine bile kimsenin cesareti yok. Filmin ismi de bu korkuyu niteler şekilde seçilmiş. (L’événement = “Olay”, “durum” gibi anlamlara geliyor) yani anlayacağınız film bile kendini tanıtırken kürtaj kavramını kullanmaktan çekiniyor. (Aslında bu çekinme halinin anlamsızlığından dem vuruyor)
Kürtaj olgusunun bu denli bir korku yaymasının temelinde tabii ki toplum ve toplumsal öğretilerin yanı sıra tanrı, ahiret, din, inanç gibi teolojik kavramlar var. Toplum, kürtaj olmayı bir kıyım olarak, bir suç bir günah gibi algıladığı (öğrendiği) için kürtaj olma durumunu büyük bir yanlış olarak görüp, kürtaj olan kişiye ağır bir kınama ve dışlama politikası uyguluyor.
Kişi hak ve hürriyetlerinin adeta görünmez olduğu veya etkisini yitirdiği bu dışlayıcı politika, kadının ve bedeninin nasıl toplumsallaştırıldığının bir göstergesi aslında. Sahibi olan kadın dışında herkesin kadının bedeni üzerinde söz sahibi olma/hissetme küstahlığı ne yazık ki hala iyileştiremediğimiz bir hastalık. Film 1960’larda geçmesine rağmen o zamanın toplumuyla şimdinin toplumunun arasında fikirsel olarak büyük bir fark olmadığını görmek son derece üzücü. Geçen altmış küsur yılda kadınlara uygulanan, ayrımcı, şekilci ve kısıtlayıcı düzeni temelden yıkmak yerine, yıllardır sadece restore edilip önümüze yenilikçi ve eşitlikçi bir bakış açısı diye sunuyorlar.
Son olarak şunları söylemek istiyorum; her aklı başında birey hürdür. Kendi ile ilgili verdiği kararlar kendinden başka kimseyi ilgilendirmez. Beden de onundur karar da!