Pardon bölüyorum ama… (2)

‘Pardon Bölüyorum Ama’ diyerek geçen sene tam bugün 1 Mayıs öncesi tatlı bir yazı yazmıştım. Hayır tatlı değildi doğru. Her sene 1 Mayıslar öncesi yaşadığımız durumların yinelendiği süreçleri yaşaya yaşaya coşkuyla geçirmek istediğimiz bu tip mücadele günlerinde önden bir sinir harbi yaşamadan o güne varamıyoruz. Bu sene de bu sürece artı olarak seçim atmosferini, siyasal gerginlikleri de ekleyerek ilerleyebiliriz. Tabii asıl konuştuğumuz şey ‘dün şöyle oldu, bu yaşandı’ gibi örneklerden ziyade yıllardır biriktirdiklerimizin dışa vurumunu sürekli ortaya koyuyoruz. Önceki jenerasyonların bunun daha fazlasını yaşadığını bilerek bazen kızarak bazen ise empati ile bakıyoruz geçmişe. O yüzden bir kez daha bu yazıyla anlatmakta fayda var.

Milletvekili adaylıkları listelerini konuşalı da çok olmamışken hatırlayalım sınıfı bölen neydi diye. Hayır sınıfı bölen feminizm değil, patriyarkadır. Ve patriyarka sizsiniz, sınıfı bölüyorsunuz diye tükürükler saçarak konuşanlar. Bu arada sınıf kavramlarının içi boşaldığı için bölecek bir şey de kalmadı ama sınıf dediğimizi heteropatriyarkal sistemle sarıp sarmalayacaksanız böleriz her türlü merak etmeyin. 

1 Mayıs önceki yazıda da konuştuğumuz gibi işçinin, emekçinin en büyük, en önemli mücadele günü. Burada tarihsel yönünü tekrar konuşmaya gerek yok bence. Akademisyenliği bir köşeye bırakıp bizim için ne ifade ettiğini konuşmak daha faydalı. Her sene inanılmaz emeklerle organize edilen, yılın her günü bahsettiğimiz emekçinin haklarını yükselen ortak sesle ifade ettiğimiz bugünün öncesinde coşkulu hazırlıklar ve gerginlikler beraber başlar. Özellikle 21 yıllık Akp iktidarı döneminde sistemli olarak üzerimize gelen proleterleştirme dalgaları arasında neoliberalpolitikalarla baş etmeye çalışarak geliriz bugüne. Hak gasplarının zirveye, insanca yaşam şartlarının ise diplere ulaştığı bu dönemde alanlar arasındaki farklar minimuma inerek sınıflar arasındaki çizgileri giderek belirsizleştiriyor. Egemen sermaye ve sefalete mahkum bırakılanlar olarak ikiye ayrıldığımız süreçte mücadelenin hatlarının daha sıkı olması zorunluluğu önümüzde duruyor. Peki bu zorunlulukları yerine getirmenin önündeki engeller neler görülüyor? Kendini güncellemekten, yenileyerek sosyalizmi yükseltebilmeyi hedeflemekten uzak olan muhteşem, harika, yüce solcu erkekler bu soruya şöyle cevap veriyor; FEMİNİSTLER ve LGBTİ+lar. Eskiden LGBTİ+lar da demezlerdi. Dememelerinin sebebi böldüğümüzü düşünmedikleri için değil bu arada, varlığımızı kabul etmediklerinden. Yeni yeni ‘ne ne cinsel mi yönelim’ mevzularını çözmeye başladılar. (Bu kısmında aa haksızlık etme diyen çıkarsa he diyelim geçsin fikriyle üç beş cümle ezberleyenleri konuşuruz bir ara) 

Bütün bu süreç içinde feminizmin sınıfı böldüğünü, 1 Mayıs’ın tamamen kızıla boyanması fikrini bangır bangır söyleyenlerin başına daha kötü bir şey geldi; Queer feminizm. Tam burada random gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Öncesinde mor renkle mücadele ettiğini düşünenler şimdi gökkuşağı ile de karşı karşıya. Feministler ve LGBTİ+larınAkp iktidarının kabusu olduğunu biliyoruz. Süleyman Soylu’nun günlerdir erkekler erkeklerle evlenecek, kadınlar kadınları öpecek yetişin diye bağırmasından biliyorsunuz. Lakin kabul edin ya da etmeyin, üzerinize kondurun ama kondurmayın heteropatriyarkal sisteme çanak tuttuğunuz, devrimci mücadele içinde ileri unsur olan feminizmin mücadeleyi böldüğünü düşündüğünüz ve feministleri ve LGBTİ+ları alan dışına itmeye, geri plana çekmeye çalıştığınız her gün adımlarımızın arasının arşın arşın arttığını görebilirsiniz.

Feminist mücadele son haliyle neredeyse yüz yıldır sürerken beraberinde getirdiği buna benzer tartışmalar da bir o kadar zamandır devam ediyor. Feminist mücadelenin yeni yüzyılın şartları ve ilerlemesiyle harmanlanması 1 Mayıs ve emek alanına da başka bir gözle bakmamızı sağlıyor. Feminist mücadele bir yandan önüne koyulmaya çalışılan engelleri tek tek aşmaya çalışırken aynı anda erkek – devlet şiddetiyle mücadele etmeye devam ediyor. Başta söylediğimiz gibi dayatılan düzene boğun eğmek alışkanlarımız arasında pek olmadığı için böleriz gerekirse baştan söyledik. Eğer var olan emek mücadelesinin aidiyetini sınırlayan, kesişimsellikleriyok sayan, mücadelenin kimin olduğunu atayan bilinç ise bahsettiğimiz şey, maalesef bölmek zorundayız. Bölerken de bölünenin mücadele değil, mücadeleye atanan kalıplar, tepeden ve üsttenci, kibirle, heteropatriyarkayla sarmalanmış fikirler olduğunu belirtiriz elbette merak etmeyin. Zira her alanda emek vermeye, emeğimizin karşılığını almak için mücadele etmeye devam ederken bir yandan da kadınlara arama motoru muamelesi yapan erkeklere feminist hareket 101 dersi vermek zorunda kalıyoruz. Emek sömürüsüne karşı durduğumuz yerde dahi emek sömürüsü ile karşılaşıyoruz böylece.

Emeğin sahibinin mücadelenin merkezi ve sahibi olduğunu düşünüyorsak eğer hadi buna da tamam diyerek şunu konuşalım; emeğin ne olduğunun sınırlarını çizmek kimsenin haddi değil. Günümüz işçi tanımının sadece 100 yıl öncesinde kalmış elinde dişli tutan, orak çekiçle çalışan bir model olmadığını, işçileştirme dalgasının her birimizi o tanım içine aldığını biliyoruz. Evde görünmeyen emeğiyle var olan, sokakta, kampüslerde, iş yerlerinde, ofislerde, okullarda çalışanlar, okulundan çıkıp kafelerde garsonluk yapan öğrenciler, seks işçiliği ile geçimini sağlayanlar. Kısacası zihniyle, bedeniyle, sesiyle, sözüyle emek veren her kadın, her LGBTI+ bu mücadelenin öznesi, sahibi ve en önde olan unsurudur. İstanbul Sözleşmesi için sokaklarda sürüklenenler, kürtaj yasasına karşı iktidarın önüne dikilenler, onur haftalarında kavgasını verenlerdir. O zaman bir kez daha hep birlikte tekrarlıyoruz; Sınıfı bölen feminizm değildir, heteropatriyarkadır. 

Söz konusu olan direngenlik ise, eşit, özgür, yaşanabilir bir dünya isteği ise, tüm yakıcı koşullara rağmen bu mücadelenin en güzel örneği için sokakları her fırsatta rengarenk hale getirip, alanlarını kazana kazana ilerleyen feminist mücadeleye bakabilirsiniz. Tüm renklerimiz ve öfkemizle 1 Mayıs’ta görüşmek üzere.

Paylaş

İlgili Yazılar