‘İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın’lar

Mine Söğüt’ün “Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım.
Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkum,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım.
İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım.”

cümleleri ile başlayan kimisinin içine çekilerek ‘delice’ okuduğu, kimisinin kasveti betimleyişinin içinde kaybolduğu yirmi bir hikayelik delilik.

Var oluş kabusları. Kimin var oluş kabusları? Kimin delilikleri? Benim, bir de senin. Bu kitabı ilk okuduğumda hissettiklerim ile seneler sonra şu yazı öncesi okuduğumda hissettiklerim arasındaki farklılıklar yaştan ötürü mü? Aldığım yaşlarda yaşadıklarımdan ötürü mü? Seneler sonra olsun bir daha okuyalım. Hatta bir daha yazalım. Ama önce şimdi yazalım.

Delilikle bezenmiş kadınların diliyle bizi yirmi bir kez anlattı Mine Söğüt. Bize delilikle anlattı ataerkiyi, sıkışmışlığı, ölümü ve hayatın lezzetini. Bütün bu hisleri ve gerçekçiliği, yaşadığımız tüm halleri benim dilimle anlattı. Bir kadının diliyle. Yirmi bir kez. Bir keresinde ‘İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın’ diye başlık atarak anlattı bana. Ben de bana ne anlatmış size anlatayım. Bir evi anlattı önce. İçinde pencerelere sırtı dönük yaşayan, gece rüzgarlarına incecik şifon elbiseleriyle karşı duran bir şairin evini anlattı. Sesleri vardı evin. Kadının sesinin, yaşamının, kokusunun, korkusunun sindiği evin hikayesi. Pencerelerini anlattı o evin. Mekan olarak hep seçtiği gibi dar, kapalı, küçük evleri seçerek anlattı Söğüt. Renksiz ve kasvetli seçimleri ile evin içine sokuyor bizi. Bir de kendine yabancılaşmış kadının göğüs kafesinin içine. Çok eşya yok. En çok pencereler var. İç ve dış dünyayı birbirinden ayıran, bölünmüşlüğü ile karşımıza çıkan pencereler var.

Yabancılaşması aynı zamanda pencereler. Sırtını döndüğü. Çocukluğundan beri ‘doktor denilen o yaşlı adamla yalnız kaldığında yaşadıklarını’ annesine, babasına, ablasına anlatamayan, kaskatı kesilerek verdiği iletileri ulaştıramayan kadının yabancılaşması. Bir de yalnızlaşması.

Kadın hikayeleri denilince her zaman umut dolu öyküler okumayı umamayız. İsteriz neden istemeyelim. Gerçek hisleri de isteriz ama. İçimizdeki kasvetle de konuşmak isteriz. Mine Söğüt konuşturuyor bizi içimizdeki delilikle, kasvetle. Kitabın içindeki resimlerle konuşturuyor. Her öykü arası bıraktığı boş sayfalar soluklandırıyor, yenisine hazırlıyor bizi. Yeni deliliklere.

Kadın çırpınışlarının kadın kimliğimizden, varlığımızdan değil, bu varlıkla derdi olan erkek egemen ahlak kurallarından, eril tahakkümden ötürü olduğunu anlatıyor bize. Mutluluk gibi, umut gibi karanlığın da kasvetin de içimizde oluşuyla anlatıyor. Delilikle özgürleştiriyor. Basmakalıp rollerin, feodal baskıların, dayatmaların, tabulaşan cinselliğin elle tutulur, gözle görülür örnekleriyle anlatıyor.

İçinde ateşe yakın bir şey olan kadının kat kat giydiği şifon elbiselerle, incecik şifon eşarplarla anlatıyor. Tüm kasvetini şiirleriyle aktarmasını, en son konuşmasında bir erkeğe şiirlerinden bahsetmesini anlatıyor. O erkekten bir öpücükle aldığı jiletlerle tekin olmayan gecenin her şeyiyle yüzleşmesini anlatıyor.

‘Ben orospu değil şairim

o kutuyu bana verirsen

seni bir kere öperim.’

Kadın olarak doğulmadığını, kadın olunduğunu anlatıyor. İçinde ateşe yakın bir şey olan kadının deliliğini nasıl sevdiğini anlatıyor. Yirmi bir kez delirmeyi anlatıyor Mine Söğüt. Yirmi bir kez kadın olmayı.

Paylaş

İlgili Yazılar